Sera gazı emisyonları, küresel ısınmayı tetiklemeye devam ediyor. Bu nedenle aktivistler iklim değişikliğinin, canlıların yaşam alanlarını da tehdit ettiğini söylüyor. Yani bu aktivistler, aslında insan eliyle doğaya verilen zararın boyutunu hepimize göstermek istiyor. Doğayı kendi haline bırakmadığımız, geliştirdiğimiz teknolojilerimizi; sürdürülebilir çevre anlayışını ön plana alarak kullanmadığımız takdirde, doğanın intikamının acı olacağını da söylüyorlar.
Temelde doğayı korumak için mücadele etmeleri iyi bir şey olsa da son zamanlarda bazı aktivist grupların yaptıkları eylemler, insanların onları ciddiye almamalarına yol açtı. Peki bu aktivistler, tepkilerini bu tip tepki çeken yollarla değil de daha makul biçimde gösterseler ne olurdu, gelin bir bakalım.
Not: Öncelikle bu yazıda iklim aktivistliğini eleştirmediğimizi bilmelisiniz. Bazı iklim aktivistlerinin son dönemlerde sosyal medyayı ilginç eylemleriyle meşgul etmelerini eleştiriyoruz. Bu yazıyı okurken, sadece yapılan eylemleri eleştirdiğimizi göz önüne alarak okumanızı isteriz.
Mona Lisa, Son Akşam Yemeği, Primavera derken şimdi de Van Gogh'un Ayçiçekleri tablosuna saldırdılar.
Bu aktivistlerin, sanatla yıldızları bir türlü barışmadı gitti. Geçtiğimiz aylarda, Louvre Müzesi'nde sergilenen Mona Lisa tablosuna pasta fırlatan aktivist, dünyayı sanattan daha fazla korumamız gerektiğini söylemişti. Yine benzer bir başka vukuat, Just Stop Oil adlı aktivist gruptan geldi. Da Vinci'nin Son Akşam Yemeği tablosuna kendilerini yapıştıran aktivistler, Birleşik Krallık'taki petrol ve gaz ruhsatlarının durdurulmasını istedi.
Tabii olaylar sadece bunlarla bitmedi. Ultima Generazione (Son Nesil) adlı aktivist grup ise sanat eserlerine saldırı geleneğini sürdürdü ve Boticelli'nin Primavera tablosuna dadandı. Bunların hepsi bir yana, birkaç gün önce aktivistlerin Van Gogh'un eserine yaptıkları saldırı artık pes dedirtti.
Just Stop Oil grubundan iki üye, Ayçiçekleri adlı eserin üzerine hazır çorba fırlattı. Bu kişiler daha sonra da kendilerini duvara yapıştırıp slogan atmaya başladılar. Bilmeyenler için kısaca şöyle özetleyelim: Bu aktivistler, ''sanat mı, yoksa insan hayatı mı önemli?'' temasında bir konuşma yaptı. Yani kısaca, ''İklim krizi yaratabilecek tüm faaliyetleri durdurun. Daha sürdürülebilir bir enerji üretimini devreye sokun'' demek istiyorlar. Fakat bunu demek için bu tip tepki çeken negatif davranışlarda mı bulunmak lazım?
Öncelikle "Hedef olarak neden sanatı seçtiniz?" sorusunu sormak gerekiyor.
Çevre bilinci oluşturmak için sanat eserlerine zarar vermek hiç mantıklı değil. Ki zaten hepsini geçtik, Van Gogh'un eserine niye çorba fırlatıldığı gerçekten merak ettiğimiz bir konu. Gogh için yaşadığı yıllarda oldukça zor zamanlardan geçmiş, neredeyse sanatından hiç yüzü gülmemiş birisi diyebiliriz.
Bu sanatçı, yaşadığı yıllarda yaptığı eserlerden doğru düzgün ücret bile alamamış, öldükten sonra popülerleşmiş bir insan. Yani düşünün, şimdinin kapitalist sisteminde bu şekilde bir yaşam sürmek demek, sistemin en alt tabakasından sayılmak anlamına geliyor. Velhasıl onun eserleri hedef alınacak en son şey olmalıydı.
Şimdi buraya kısa bir es verip, çevreyi koruma amacı taşıyan çevreci grupların, bu eylemlerden bağımsız olarak bizlere anlatmak istediklerine sosyolojik bir arka plan üzerinden bakalım:
İnsan ve doğa etkileşimi, doğanın insani faaliyetler nedeniyle zarar görmesine yol açıyor. Ki bu zarar, çoğu zaman geri döndürülemez ekolojik kayıplar vermemiz anlamına geliyor. Evet, 17. yüzyıl Aydınlanma Dönemi'nden, 19. yüzyıl'a kadar devam eden, doğanın kendi kendini yenileyebilen bir yapıda olduğu kabulü var, biliyoruz.
Ancak günümüzün penceresinden baktığımızda, doğanın kendini yenileyebilecek durumda olduğunu söylemek biraz zor. Çünkü insan eliyle doğanın üzerinde kurulan hakimiyetin boyutları artık çok ileri seviyede.
Aslında modern dönemle birlikte ''kalkınma ve ilerleme'' mottosunu çıkaran Batı kültürü, ekonomik büyüme için doğal kaynakları kullanmaktan hiçbir zaman çekinmeyen bir düşünce sistemine sahipti diyebiliriz. Hatta sosyolog, iktisatçı ve filozof Karl Marx'ın metinlerini analiz eden araştırmacı John Bellamy Foster, Marx'ın metabolik yarılma kavramını, ekonomik büyüme ve üretim ilişkilerinin çevreye verdiği zararı ifade etmek için kullandığını söylüyor.
Buna örnek olarak da burjuva toprak sahiplerinin, proleter çiftçilerle yapay gübreleme tekniği yüzünden girdikleri çıkar çatışmalarının toprak verimliliğini bozması durumunu veriyor. İşte gördüğünüz gibi 'yapay' olanın doğal olana her daim bir zararı var.
Bu tip daha teorik bakış açılarıyla sizi fazla sıkmak istemiyorum. Ancak bu yazıda tartıştığımız aktivizm adı altındaki eylemlerin, aslında iklim aktivistliğine ters düşen yönlerini görelim diye bu çerçeveyi vermekte fayda var.
Şimdi, günümüz kapitalist sisteminin bir diğer sorunu olan, aşırı uzmanlaşmaya (örn: bilimsel yenilik altında sürekli ağaçların, çeşitli bitkilerin denek olarak kullanılması, çeşitli üretim fabrikalarının doğal bir alana inşa edilmesi, termik santraller yapılması/bunların hepsi bizlere teknokratik akılcığın doğaya verdiği zararı gösterir) sonsuz bir güven duyulmasının, çevreye verdiği zararın boyutunu hesaplayalım.
Bu konuya sosyolog Ulrich Beck'in Risk Toplumu Teorisi üzerinden kısa bir örnek vereyim: Beck, günümüzde artık demokratik siyasetin yerini, farklı çıkar gruplarının ve şirketlerin siyasetinin aldığını söylüyor. Bu grupların da devamlı fazla servet-mal birikimi anlayışına sahip olması, daha fazla kültürel, çevresel, sosyal ve bilimsel yozlaşmaya yol açıyor. Böylece ortaya doğal değil, 'üretilen' riskler çıkıyor.
Yani riskleri, bizler kendi ellerimizle ve kapitalist amaçlarla üretiyoruz diyor teorisyen. Çıkarlarımız için yaptığımız girişimler tekrardan boomerang gibi bize, salgın hastalıklar, göç, nüfus problemleri, kimyasal hastalıklar, doğanın tahribatı ve ölüm gibi sorunlar olarak geri dönüyor.
Mesela fabrikalardan sızan kimyasal atıklar, otomobil üretim fabrikalarının bacalarından sızan dumanlar, küresel ısınmayı her geçen gün tetiklediği gibi soluduğumuz oksijenin kalitesini de düşürüyor. Yani doğal çevrenin tahribatı, insanların, hayvanların, bitkilerin ve daha nice canlıların da tahribatı demek.
Aslında yine aynı kapıya çıkıyoruz: Sürekli ilerleme ve büyüme arzusu, sonsuz sandığımız ancak sonlu olan doğal kaynakları yok etmemize yol açıyor.
E doğal olarak iklim aktivistleri de buna tepki gösteriyor. ''Doğayı koruyalım çünkü biz de onun içinde yaşıyoruz'', diyorlar. Aktivistler, bizim doğaya zarar verme hakkımızın olmadığını, saygı duyacağımız yerde onu katletmeye çalıştığımızı ve bu yüzden suçlu olduğumuzu düşünüyor. Ki bu konuda haksız değiller.
Hatta bazı çevreci adalet grupları, doğaya verdiğimiz zararda ortaya çıkabilecek herhangi bir kıtlık, susuzluk vb. gibi durumlarda, bunlardan en olumsuz etkileneceklerin, yine kapitalist sistemin en dip konumunda yer alan yoksullar olacağını söylüyor. Düşünün, çevreciliğin arka planında kısaca böyle bir felsefe varken, çevreciyim diye gezenlerin, sanat eserlerine zarar veren eylemleri tercih etmeleri, akla mantığa sığmıyor.
Bir kere sanat, bir insanın veya grubun sesini duyurabilmesi için en uygun faaliyetlerden biri. Bu aktivistler, sanata zarar vermek yerine sanat yaparak da bize doğayı korumamız gerektiği mesajını verebilirlerdi. Üstelik ilginç biçimde slogan atarken, sanatın insan hayatından veya dünyadan daha değersiz olduğunu da dile getirmekten çekinmiyorlar.
Eserlerine zarar verdikleri insanlar, yaptıkları sanatla kendilerini, felsefelerini ve hayat öykülerini dünyaya tanıtmış kişiler. Belki onlardan ilham almayı deneselerdi, eserlere pasta veya çorba fırlatmadan önce bir düşünürlerdi. Çünkü böyle yapsalar, bu kadar çok olumsuz tepkiyle karşılaşmazlardı. Bu eylemleri yapanlar, maalesef ki iklim aktivistliğinin genel imajını zedeledi.
Yani karşı oldukları şeyi kendileri yaptılar. Doğayı, kullandığımız teknolojilerle katlettiğimizi düşünenler, ellerine yine fabrikasyon üretim olan bir çorbayı alıp (bu çorba gıda teknolojilerinin bir ürünü oluyor neticede), kültürü, toplumsal ve çevresel değerleri korumanın en etkili yollarından biri olan sanata saldırdı. Mesela bu çorba fırlatma eylemindeki iki aktivistin görüntülerine baktığınızda, onların en fazla liseli diyebileceğiniz bir yaş grubunda olduklarını tahmin edebiliyorsunuz.
Bu yaşların psikolojisini ele aldığımızda, herkesin de bildiği üzere dürtüsellik ve düşünmeden hareket etme gibi durumların sık yaşandığını söyleyebiliriz. O nedenle çevre bilinci oluşturacak kişiler, daha kendi kişisel gelişimlerini tamamlayamamış gençlerden oluşmamalı. Çünkü bu kişilerin hayatla ilgili düşünceleri daha tam oturmamışken, böyle girişimlerde bulunmaları yetişkinliklerinde pişmanlık duymalarına yol açabilir.
Evet, çocuk aktivistler de var. Ancak birçoğunun ebeveynleri tarafından yönlendirildiği aşikar. Tabii ''çocukların aktivist olarak yetiştirilmesi etik mi değil mi, bu durum onların çocukluklarını, diğer çocuklar gibi yaşamalarına engel oluyor mu olmuyor mu?'' şeklinde bir tartışma alanı açılıyor burada. Bu konuyu alanında uzman kişilerin de muhakkak ele almaları gerekiyor diye düşünüyorum.
Just Stop Oil aktivistlerine geri dönecek olursak, onların yine rahat durmadıklarını ve saçmalamaya devam ettiklerini söyleyebiliriz. Aktivistler, Londra'daki Aston Martin adlı mağazaya boya attılar ve sokaktan geçen insanların yolunu kestiler. Bu örnek de toplumun, iklim aktivistliğine yoğun tepki vermesini haklı çıkarıyor diyebiliriz. İklim aktivistlerinin eylemlerinin; şiddeti veya zorbalığı çağrıştırmaması gerektiğini düşünüyorum. Tam tersine daha barışçıl ve nahif bir tutum sergilemeleri gerekiyor.
Çünkü doğaya zarar vermek de zaten bir tür şiddet içerikli saldırı olmuyor mu? Siz bir sanat eserine çorba veya bir mağazanın duvarına boya fırlattığınızda, aslında doğaya zarar verenleri durdurmuyorsunuz. Tıpkı onların yaptığı gibi yine çevreyi kirletmiş oluyorsunuz. Çevre, sadece doğal kaynak değildir, içinde yaşadığımız mimari yapılar da yapay çevremizdir. Yapay çevre kirletildiğinde ise doğal çevre her daim bundan zarar görür.
Çevreci aktivistlerden sonra bir de kendini vegan kimliğiyle tanımlayan bazı kişilerin yaptıkları süt dökme eylemleri, insanları iyice öfkelendirdi.
Veganlar, hayvansal ürünleri tüketmeyi tamamen reddeden bir grup ve aslında düşünce biçimleri iyilik üzerine kurulu. Geçtiğimiz günlerde Birleşik Krallık'taki bir markete giren veganlar, marketteki sütleri yere döktü. İnsanları, hayvansal gıda kullanmamaları konusunda bilinçlendirmeye çalışan bazı veganların, bu yaptıkları absürt eylem ise oldukça dikkat çekti. Düşünün, o yere döktükleri sütleri, marketin bir çalışanı temizlemek durumunda kalabilir.
Üstelik belki de çalışanın maaşından, dökülen sütlerin parası bile kesilebilir. Yani o eylem, doğayı ve hayvanları kendine tüketim nesnesi yapan kapitalist sistemi bitiren bir eylem olmuyor ne yazık ki. Aksine market sahibinin zarar etmesine yol açıyor. Ki bu zararı tahsis edeceği kişiler, az önce de bahsettiğim gibi emekçilerden başkası olmayabilir. Velhasıl bu durum, kapitalizmin çarkının dönmesine yardım etmekten başka bir işe yaramıyor.
Aslında daha önce de bir vegan grup marketlere girerek etlerin üzerine gül bırakmıştı. Mesela bu eylem insana ''vay be, ne kadar hoş'' dedirtiyor. Ancak hem hayvanların hem de doğanın katledilmesini istemeyen kesimlerin, saldırganca ve düşüncesizce protestolarda bulunmaları, insanları çevrecilikten de veganlıktan da soğutacak duruma getiriyor.
Veganlar ofansif (saldırgan) eylemlerde bulunmak yerine insanları daha barışçıl yollarla bilinçlendirdiklerinde aslında faydalı olabiliyorlar. Çünkü veganlığın temelinde, canlıların insanlar istiyor diye katledilmemeleri gerektiği düşüncesi yatıyor. Vegan olup olmamak herkesin kendi tercihidir. İnsanlara bu tip sert eylemlerle hayvansal gıda tüketmeyin demek ise yanlıştır.
Ayçiçekleri tablosuna çorba fırlatan aktivistlere ve markette süt döken veganlara gelen Twitter tepkileri ise bu düşüncemizi doğruluyor. İşte o tepkilerden bazıları:
Peki siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Görüşlerinizi yorumlarda bizimle paylaşabilirsiniz.
- Görsel Kaynakları: BBC, Grist, The Forbiz, The United Nations, Sky News, NBC News, The New Yorker, Sky News 2, Houston Chronicle, Grist