Özellikle 2020’den itibaren hayatımıza giren koronavirüs, insanları salgın hastalıklar üzerine daha fazla düşünmeye sevk etti. Tarihte çokça örneğini gördüğümüz ölümlerin ebola, kolera, AIDS ve tüberküloz gibi hastalıklardan kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Üstelik bu hastalıkların çıkış noktasının da yoksulluğun kol gezdiği Afrika olması, dikkatleri hastalık ile coğrafya ilişkisine çekebiliyor. Peki gerçekten de hastalıkların coğrafyayla bir ilişkisi var mı? Hastalıklar belirli bölgelerden çıkıp dünyayı etkisi altına alan salgınlara dönüşebiliyor mu? Gelin birlikte meseleyi ele alalım.
Çoğalan nüfus ve kentlerin değişen mimarisi, salgınlara davetiye çıkarabiliyor.
Asya ve Afrika gibi ülkelerde insan nüfusunun hızlı çoğalması, hastalıkların bu ülkelerde daha fazla ortaya çıkmasına yol açabiliyor. Örneğin Asya ve Pasifik bölgelerinde dünyanın %60’ının yaşadığı kentler daha da gelişmeye devam ediyor. Hatta Dünya Bankası’nın ifadelerine göre 21. yüzyılın ilk on yılı içerisinde yaklaşık 200 milyon insan Doğu Asya’daki kentlere göç etmiş bulunuyor. Böylelikle bölgenin oldukça kalabalıklaştığını anlayabiliyoruz.
Bu göçler ayrıca yeni yerleşim yerlerine yönelik bir ihtiyaç yaratacağı için ormanlık araziler, yeni konutlar inşa edebilmek için yok ediliyor. Bu durumda ormanlarda yaşayan vahşi hayvanlar, evcil hayvanların ve insanların arasına karışmak zorunda kalabiliyor. Sonuç olarak da vahşi hayvanlardan dolayı kent yaşamına çeşitli virüslerin yayıldığı gözlemlenebiliyor.
Hayvan pazarları ve geçim odaklı tarım, virüslerin yayılması için uygun ortamı hazırlayan diğer koşullar olarak karşımıza çıkıyor.
Asya ve Afrika’daki tarım sistemi, genelde geçim odaklı tarıma ve hayvancılığa bağlı bir sistem. Bu durumda hayvanların düzenli olarak hasta olup olmadığı yönünde bir kontrolü sağlamak zor olabiliyor çünkü hayvanlara yem vermek ve barınacak mekân sağlamak konusunda bu tarım sistemi içerisinde sınırlı imkanlar olduğu biliniyor.
Mesela endemik hastalık taşıyıcılığı konusunda riskli hayvanlardan sığır, domuz ve tavukların genelde birbirleriyle aynı barınma ortamını paylaşması söz konusu. Buna ilaveten bu hayvanların, diğer evcil olmayan hayvanlar ve insanlarla da sürekli yakın temas halinde olduğu görülüyor. Tabii ki sadece tarım sistemindeki problemler hastalıkların yayılmasına yardımcı olmuyor. Aynı zamanda Asya ve Afrika’daki canlı hayvan pazarları, insanlar da dahil olmak üzere pek çok canlının bir arada olduğu oldukça kalabalık yerlerdir ve çeşitli virüslerin üremesi için uygun ortamlardır.
Özellikle Sahra Altı Afrika’daki vahşi hayvan avcılığı ve kasaplık, bazı hayvan türlerinin yok olmasına neden olduğu için ekosistem geri dönülmez bir zarar uğrayabiliyor.
Sahra Altı Afrika’daki, vahşi hayvanları avlama kültürü, zoonotik (hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar) hastalıkların bulaşması ve çoğalması için oldukça tehlikelidir. Hatta bu konudaki diğer bir tehlike Asya’daki geleneksel Çin tıbbı kültürü.
Bu kültürde kaplan, ayı, pangolin, gergedan gibi diğer vahşi hayvanların vücutlarının bazı bölümleri Çin tıbbında kullanılan ilaçlara karıştırılıyor. Bu da insan-hayvan etkileşimi yaratıyor ve insanların salgın hastalıklarla daha iç içe yaşamasına neden olabiliyor.