Aradan zaman geçse de yaralarımızın devam ettiği bu zamanda aslında hâlâ sarsılmaya devam ediyoruz. Nasıl mı? Görünmez depremden bahsediyoruz. Travmalar, kayıp çocuklar, aradan 1 yıl geçmesine rağmen evsiz olanlar ve çözümü bir türlü bulunmayan su krizi...
İşte tam olarak konuşmamız gereken konular bunlar çünkü aslında görünmeyen ve gündeme gelemeyen o kadar çok konu var ki hangisinden bahsetsek diğeri elimizde kalır vaziyette. Ancak merak etmeyin; hem uzman görüşlerine hem de konuşulmayan konulara çokça yer vereceğiz, farkındalık oluşacağına inanıyoruz.
İlk sorumuzla başlayalım: Depremde kaybolan çocuklara tam olarak ne oldu?
Konuya dair herhangi bir açıklama bulabildiniz mi? Çünkü biz ne kadar araştırdıysak bulamadık. Sosyal medya mecralarında ailelerin hâlâ bir umutla aramaya çıktıkları çocuklarından maalesef ki hiçbir sonuç çıkmıyor. Kimisi soluğu kimsesizler mezarlığında alıyor kimisi ise sosyal medyada.
Epstein davasında çocuklar için ortalığı yıkan halkımızın, bu özeni depremde kaybolan çocuklarda neden göstermediği ise ayrı bir tezatlık konusu. Epstein davasında yapılmasın demiyoruz ancak bu işte bir terslik olduğu sizce de gözle görülür değil mi?
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, bu konuya dair "1912 çocuğumuzdan bir tanesinin bile kayıp olması durumunun söz konusu olmadığını tekrar ilan ediyorum. Bu çocukların kimlik tespitleri devletin bütün birimleriyle titizlikle yapıldı." sözlerini kullanmıştı ancak o zaman her gün sosyal medyada gördüğümüz kayıp çocuk ilanları da neyin nesi?
Neden hiçbir devlet görevlisi kayıp çocukların sayısı hakkında net bir açıklama yapmıyor ve biz neden çocukları konuşmuyoruz?
Örneğin depremden günler sonra kendini Hollanda'nın Masstricht kentinde bulan 5 yaşındaki depremzede çocuk hakkında açıklama yapılmıştı.
Büyükelçi Selçuk Ünal'ın Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada “Hollanda Dışişleri Bakanlığı, söz konusu çocuğun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığını bildirmiştir. Tarafımıza, çocuğun hangi uyruklu olduğunun ve nereden geldiğinin hâlen İçişleri ve Adalet Bakanlığınca araştırıldığı belirtildi." sözlerini kullanmıştı.
Peki ama çocuk, Türk vatandaşı olmasa bile oraya nasıl "tek" başına gidebildi? Üstelik çocuğun sadece "Türkçe" konuşabilmesi de cabası.
Çocukların psikolojik destek alıp almadığı ve Hatay'da soğuk kış günlerinde çadırda kalan insanlar da bilinmezler kervanına katılıyor.
Çadırların durumu da bildiğiniz gibi; soğuk, ortam yetersizliği, sel ve fırtına felaketleri... Açıkçası hangisini sayacağımızı biz bile şaşırdık. Ancak konunun yeteri kadar konuşulmadığı kesin.
Zaman zaman depremzedeler için X'te (Twitter) Hashtag'ler açıldığını görüyoruz ancak Hashtag'den ötesine gidemiyor bunu da biliyoruz. Gönderdiğimiz ve bizzat elimizle ulaştırdığımız yardımların orada kalanların eline geçmediği de bir gerçek. Sahi ya, nereye gitti bunca yardım? Neden kimse depremin yıl dönümünde bu konuları konuşmuyor dersiniz?
Psikologların açıklamalarına göre çocuklarda travmaların atlatılması adına düzenli psikolojik destek çok önemliydi ancak görüyoruz ki pek de bir destek uygulanmadı.
Önce Çocuklar Derneğinin yayımladığı çalışmaya göre “Deprem sonrası Psiko-Sosyal destek alma imkânınız oldu mu?” sorusuna %2,3’ü evet, %97,7’si hayır cevabı vermiş. Bu da bahsettiğimiz konuları destekler nitelikte.
Çocuklarda beslenme sorunu ise neredeyse hiç konuşulmayan konular arasında.
Depremin üzerinden 1 sene geçmesine rağmen pek çoğumuz durumda biraz iyileşme görmeyi umuyorduk değil mi? Ancak durum tam tersi. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve SES Hatay Koordinasyon Merkezi'nin 564 çocukta (288 kız, 276 erkek) yaptığı incelemeye göre çocukların çoğu yeterli besini alamamakta.
İncelemelere göre özellikle et ve et ürünleri, yağ, baklagil ve süt ürünleri tüketimi oldukça düşük (sırası ile %17,7; %11,2; %5,8 ve %5,6) Yüksek enerjili paketli gıda tüketimi de yaygın ve yaş arttıkça bu tüketim tahmin edersiniz ki artıyor.
Yetersiz beslenme durumu cinsiyete göre değerlendirildiğinde; bodurluk, zayıflık ve aşırı kiloluluk gibi sorunlar belirlenmiş. Yetersiz beslenmenin perde arkasında ise hiç şaşırtmayan sebepler yatıyor: hanedeki kişi sayısı, gıda saklama koşulları, hijyen sorunları gibi.
"Uyuz salgını söz konusu değil."
Depremden önce mültecilerin gelişiyle beraber artan uyuz vakaları, afetten sonra doktorların dediklerine göre inanılmaz boyutlarda artmış durumda. Durumun vahametini şu şekilde açıklayabiliriz: Doktorlara neredeyse her gün yeni bir uyuz vakası geliyor. Eğer yolunuz son zamanlarda eczaneye düştüyse, uyuz için merhem yaptıran birileriyle karşılaşmanız bir hâyli yüksek.
Peki oran, gerçekten Fahrettin Koca'nın dediğine göre %7'mi? Bu da sorgulanması gereken ayrı bir konu. Kendisi konu hakkında bir açıklama yapmıştı:
Ancak İstanbul Aile Hekimliği Derneği Genel Sekreteri Dr. Sercan Ahmet Uluç'a göre sonuçlar tam tersi. Kendisinin açıklamalarına göre son 10 günde 9 uyuz vakası gördükleri bile olmuş.
Peki ya çadır kentte hayatını idame ettirmeye çalışan kişilerin her gün asbest soluması?
Köylere yapılan ziyaretlerde, özel bir program çıkarılmamasından kaynaklı olarak çocukların molozların arasında, tümüyle başıboş bırakıldıkları ise yine TTB'nin yaptığı inceleme sonrasında yayımladığı sorunlardan biri. Asbest denilen şey de tahmin edersiniz ki molozların olduğu ortamlarda ortaya çıkıyor.
Bu da ileride deprem bölgelerinde akciğer zarında sıvı birikmesine ve akciğer kanser oranının yükselmesine sebep olacak.
Durumun vahametini anlamanız adına aşağıdaki videoya göz atmanızda fayda var:
Eğer videoyu görüntüleyemiyorsanız buradan ulaşabilirsiniz.
Hatay'da açılan Defne Devlet Hastanesinin dekor çıkmasını hatırlayanlarımız var mı? Şu anda ne durumda olduğunu merak ediyorsanız gelin bakalım.
Depremin yaralarını yeni yeni sarmaya başladığımız geçmiş günlerde, televizyonlarda boy boy gösterilen hastane açılışı pek çok kişi tarafından büyük alkış almıştı ancak daha sonra hastanenin dekor olduğu ortaya çıkmıştı. Açıklama yapan devlet görevlileri, bu durumu yalanlamıştı.
Ancak merak etmeyin, günümüzde bu hastane Hatay'da yaşayan insanlardan aldığımız bilgilere göre açılmış vaziyette. Tabii açıldıktan kısa bir süre sonra hastaneyi su bastığını da hatırlatmak gerek.
Gelelim uzman görüşlerini almaya. Dokuz Eylül Üniversitesi Arş.Gör.Dr. Seçil Turan Karaoğlan'a sizler için merak edilen bazı soruları sorduk. İşte sorularımız ve cevapları:
Jeoloji konusunda bilirkişiler sürekli haberlerde "İstanbul İstanbul" diye bağırıyor ancak depremin adı Marmara depremi olarak geçiyor. İstanbul'un yanı sıra, diğer Marmara şehirleri deprem konusunda araştırmada tam olarak hangi seviyede? Alınan önlemlerin yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
Metrolopol, ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan bölgenin önde gelen şehri olması nedeniyle Marmara depremi dendiğinde genellikle İstanbul ilinin akla gelmesi normaldir. İstanbul, yapı yoğunluğu ve nüfus yoğunluğunun diğer illere göre fazla olması nedeniyle depremden en fazla etkilenmesi beklenen şehir.
Depremin etkisi, kırılacak fayın ve depremin büyüklüğüne, yerleşim alanının zeminine ve yapı yoğunluğuna bağlıdır. Ayrıca depremin merkez üssünden uzaklık, deprem derinliği ve zemin yapısı depremin etkisini belirleyen faktörlerdir.
Dolayısıyla bu parametrelere göre İstanbul kadar Marmara bölgesindeki diğer şehirler de etkilenebilir. Ama İstanbul için korkutucu olan nüfus ve deprem sonrası yapı yoğunluğu kaynaklı ulaşım-yardım problemleridir.
Bu kapsamda belediyeler tarafından; acil afet yönetim sistemi devreye alındı, acil deprem yolları planlandı, okul-hastane vb. kamu binaları güçlendirildi ve deprem tatbikatları artırıldı.
Bütün bunlara ilave olarak sürdürülebilir olacak şekilde güvenli yapıların inşası ve dayanıksız yapılara müsade edilmemesi olacaktır.
Farz edelim ki deprem oldu ve 2 ev var. Biri sulak zeminde bulunurken diğeri kayasal zeminde bulunuyor. Ancak evlerin ikisinin de sağlamlığı eşit. Bu durumda evler aynı derecede mi etkilenir? Yoksa tamamen depremin tipi ile mi alakalı?
Farklı zeminlerde yer alan yapıların depreme karşı verdikleri tepki kesinlikle aynı olamaz. Deprem yönetmeliğine uygun inşa edilen yapıların hangi zemin üzerinde oldukları da çok önemlidir. 17 Ağustos 1999 depreminde Adapazarı'nda meydana gelen yıkımların sıvılaşma etkisiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Bu durumda evlerden ikisinin de deprem yönetmeliğine uygun inşa edildiğini varsayarsak sulu ve gevşek zeminde rezonans gerçekleşme ihtimali daha yüksektir. Bu tip zeminlerde deprem dalgaları rezonansa girer yapıların yan yatmasına ya da çökmesine neden olur.
6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depreminde Antakya'daki yıkımlarda zemin sıvılaşması kaynaklı rezonans etkisi olduğunu gördük.
Deprem araştırmaları konusunda ülkece ne durumdayız? Yapılan araştırmaların pratiğe yeterli bir biçimde yansıtıldığını düşünüyor musunuz?
Hem vatandaşlarımız hem de yönetim kademesinde bulunanlar, Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin farkında. Ülkemizde bu nedenle depremle ilgili araştırma faaliyetleri gösteren birçok kuruluş bulunmakta.
Başta AFAD, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü, Türkiye Deprem Vakfı, Türk Deprem Araştırma Dergisi, Tübitak ve Sanayi Bakanlığı olmak üzere birçok kuruluş deprem üzerine bilimsel çalışmalar yürütüyor.
Bunların dışında bazı üniversitelerimizde deprem odaklı çalışan deprem araştırma merkezleri de bulunmakta. 6 Şubat depreminden hemen sonra Sanayi Bakanlığı ve Tübitak tarafından çok geniş katılıma sahip Deprem Araştırmaları Sanal Konferansı mart ayında düzenlendi.
Birçok önemli bilim insanının katıldığı bu konferansın proje özet raporlarına da Tübitak'ın internet adresinden ulaşılabilir. Özellikle Tübitak tarafından deprem sonrasında "Deprem Araştırması Özel Çağrısı" ve "Deprem Bölgesine Özel Sanayi Ar-Ge Destek Programı" gibi deprem odaklı proje çağrıları da yayımlandı.
Ulusal ölçekte depreme yönelik yürütülen bilimsel faaliyetler konusunda oldukça ilerideyiz diyebilirim. Depremle ilgili büyük ölçüde Jeofizik Mühendisliğinin alanı olan bilimsel bilginin gerçek hayatta uygulanması noktasında özellikle zemin çalışmaları ve bina uygunluğu hakkında mevzuat da yeterli durumda.
Burada üzerinde ısrarla ve tavizsiz durmamız gereken nokta, denetim. Yapılan araştırmaların pratiğe yansıması gerekiyor ve bunun için yasalar da mevcutken özensiz inceleme ve yetersiz denetim, maalesef dayanıksız yapılara veya dayanıklı da olsa uygun olmayan yerde inşa edilmiş yapılara yol açıyor.
Hatırlarsınız ki Kahramanmaraş depreminde hiç hasar almayan bir bina vardı. Hatta altındaki züccaciye dükkânındaki tabaklar bile kırılmamıştı. Bu durumun tek sebebi gerçekten evin sağlam inşa edilmesi mi yoksa zeminin de payı var mı?
Bu durum depremin o andaki periyodu ve zemin-yapı ilişkisi ile ilgilidir. Binanın yapılacağı zeminin etüt çalışmalarının doğru yapılması, bu çalışmalar sırasında uzman görüşünün alınması, yapının deprem karşısındaki davranışı üzerinde önemli etkiye sahiptir.
Böylesi büyük ölçekli bir depremde tabakların bile devrilmemiş olması yapının doğru inşa edilmiş olmasının yanında zeminin de yapı inşasına uygun olduğunu gösterir. O yüzden yapılacak binalarda zemin etütüne önem veriyor ve bina temelinin, zeminle uyumlu olması gerektiğini vurguluyoruz.
Depremden sonra Japon mühendisler ülkemize yardımcı olmak adına gelmişti. Bu konuda bize ne tür katkı sağladılar ve bize verdikleri bilgileri şu anda uyguluyor muyuz?
Öncelikle deprem konusunda kendi ülkelerindeki durumla bizim durumumuzu kıyaslamaları büyük katkı sağladı diyebiliriz. En büyük farkın deprem toplanma alanlarında olduğunu belirttiler. Başta okullar olmak üzere kamu binalarının da toplanma alanı kabul edildiği ve bunların çok güvenli olması gerektiğini vurguladılar.
En önemli noktalardan birisi muhakkak ki imar affı diye bir kavramın onlarda olmaması. Depreme karşı gösterilen reaksiyonun Japonya'da bize göre daha soğukkanlı ve panik yapılmadan yaşandığını öğrendik. Bu kıyaslamalar bizler için aslında birer öneri ve katkı diyebiliriz.
Diğer yandan yerleşim yerlerinin tayini konusunda zemin sıvılaşmasına müsait ovaların tercih edilmemesi gerektiği, beton, çelik ve karbon fiber kullanımının önemi-etkisi, deprem eğitimi ve tsunami konularında teknik ve bilimsel yönde katkıları oldu. Bu hususlar tabii ki dikkate alınmaya çalışılıyor.
Bilimsel yönde bizim bir eksiğimizin olduğunu düşünmüyorum. Sadece uygulamada ve denetimde, mutlaka kurallara uygun hareket edilmesinin sağlanması gerektiğine inanıyorum.
Değinemediğimiz ve daha değinmemiz gereken pek çok konu var ancak elimizden maalesef ki bu kadarı gelebiliyor. Webtekno ekibi olarak hepimize tekrardan geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
İlginizi çekebilecek diğer içeriklerimiz: