ABD'de yaşayan Dorothy Martin isimli bir kadın, 21 Aralık 1954 gününün şafağında uzaylıların dünyanın sonunu getireceğini, kendisine inananların ise 20 Aralık gecesi Clarion gezegeninden gelip kendilerini uzaya götürecek bir UFO sayesinde de bu tufandan kurtulacakları kehanetinde bulundu.
"Seekers" adındaki tarikatı kısa sürede duyuldu. Müritleri hemen gazetelere, radyolara ilanlar verip insanları uyarmaya çalıştı. Kehanete inananlar işlerini bıraktı, bütün varlıklarını elden çıkardı. Hatta inançlarını paylaşmayan eşlerini terk etti. Müritler, ne kadar saçma olursa olsun liderin söylediği her şeye kesin inanıyordu.
50'ye yakın kişi toplanır. Gece yarısı geçer ama ne kıyamet kopar ne de uzaylılardan ses seda çıkar. Kehanet gerçekleşmeyince ne mi oldu? Hiçbir şey.
Hiçbir şey olmayınca ufaktan homurdanmalar başlar. O sırada Dorothy Martin mutfağa kapanır, fakat biraz sonra yeniden salona geldiğinde yüzü gülüyordur.
"Clarion'lularla yeniden konuştum" der memnuniyetsiz gruba, "Dünya'ya ve bize bir şans daha verdiler, şimdi çıkıp daha çok çalışmalı, daha çok insanı yok oluşun kaçınılmazlığına ikna edip kurtarmalı, kendi saflarımıza çekmeliyiz." Bu açıklama salonda bekleyenleri rahatlatır, çünkü artık inanacak yeni bir şeyleri vardır.
İşlerini, eşlerini, mülklerini terk etmiş müritler isyan etmek bir yana, inançlarına daha sıkı sarıldılar. Tarikatları dünyayı kurtarmıştı!
Şimdiki görevleri ise insanlığı uyarmak ve aynı felaketin yeniden olmasını önlemekti. Kehanetin doğruluğunun kanıtlanamamış olması, ona inananların inançlarını zedelememişti. Aksine inançlarını daha da pekiştirmiş ve grubu yeni üyeler aramak üzere harekete geçirmişti.
Dorothy Martin ve taraftarlarının bilmediği, o gece aralarına sızmış üç doktora öğrencisinin varlığıydı. Leon Festinger, Henry Riecken ve Stanley Schachter isimli üç araştırmacı sosyal psikolog, daha önce bir gazete haberinden grubun varlığını öğrenmiş ve bu konuyu araştırmaya karar vermişti. Mürit gibi davranarak tarikatın içine sızdılar.
Gözlemlerini "When the Prophecy Fails-Kehanet Çöktüğünde" adlı kitabında yazan araştırmacılar, bu durumu Bilişsel Uyumsuzluk Teorisi (Cognitive Dissonance Theory) ile açıklamaya çalıştı.
Bu teoriye göre insanlar mental olarak bir denge içerisinde hareket ederler. Kişinin kavrayışları arası oluşan bir uyumsuzluk, zihinsel bir strese ve huzursuzluğa yol açar.
Araştırmacılara göre kişi bu rahatsızlığı gidermeye çalışacak, benzer biçimde, bu stresi artıracak durumlardan ya da bilgilerden kaçınacaktır.
Çatışan kavrayışların yaratacağı stresin büyüklüğü de bu kavrayışların önemi ve oranına göre değişecektir. Çalışmalar bilişsel uyumsuzluğun özellikle kişinin kendine olan inancı (kendisine duyduğu saygı, zeki olduğunu düşünmesi gibi) ile eylemleri arası uyuşmazlık durumunda ortaya çıktığını ve genelde insanların bu çatışmayı kendine olan inançlarını koruyarak çözdüğünü ortaya koyuyor. Seekers tarikatında müritlerin UFO'yu ve tufanı beklemesi kanıta değil inanca dayalıydı.
Kehanetin gerçekleşmemesini kendi inanışlarıyla çatışan bir durum saymamaları da bir inanç göstergesiydi.
Yani müritlerin inancı kanıta değil, Dorothy'ye adanmalarına bağlıydı; bilişsel çatışmalarını da ona bağlanmakla hata ettikleri düşüncesiyle değil, ona olan inançlarını pekiştirerek çözdüler.
Özellikle körü körüne bağlanılan inançlar, yargılar ya da karizmatik liderler söz konusu olduğunda bağlılık o denli baskın oluyor ki gerçekler bununla çeliştiğinde, psikolojik gerilimi ve çelişkiyi azaltmak için ne kadar saçma olursa olsun gerçekliği çarpıtmak daha kolay oluyor.
Dünyada salgın gibi yayılan totaliter-popülist siyaset ve onu besleyen komplo teorileri bu duruma güzel bir örnek.
Gerçekler ne kadar acı, çelişki ne kadar keskin olursa, totaliter popülist lidere âşık olan kitlenin bağlılığı o denli artıyor.
Nisan 1945'te Kızıl Ordu, Berlin'in dış mahallelerini kontrol altına alırken Hitler, Sovyet ordusuyla savaşan çocuk yaştaki askerlere başarılarından ve cesaretlerinden dolayı madalya takıyor ve generallerine saldırı emri veriyordu. Ona hâlâ inanan kitleler vardı.
ABD'de Trump'ın, seçimi kaybetmesinden sonra yaşanan Kongre baskını, demokrasinin ve özgürlüklerin kurumsallaştığı yerlerde bile bu olgunun ne kadar etkili olabildiğini gösterdi.
En azından gençlerin rasyonelleşmesinin ve evrensel değerleri içselleştirmesinin önemi burada yatıyor.