Elbette mevzubahis küçük yaralanmalar değil. Önemli ameliyatlarda ve özellikle savaş esnasında karşılaşılan beklenmedik kan kayıpları. Ya o zamanlarda yaşasaydık bu sorunla nasıl başa çıkabilirdik?
Şimdi 16. ve 17. yüzyıl hekimlerinin, kan kayıplarının önüne geçebilmek adına ne gibi yöntemler keşfettiğine bakalım.
Vücudumuzda kan dolaşımının sorunsuz bir şekilde sürdürülebilmesi, hepimizin bildiği gibi bizi hayata bağlayan en önemli noktalardan biridir.
Eğer vücut, sahip olduğu kanın yaklaşık %20’sini bile kaybederse, vücutta hemorajik bir şok meydana gelir ve kalbin performansı oldukça yavaşlar. Bunların yanında vücut ısısı büyük ölçüde azalır ve kan basıncı düşme eğilimi gösterir. Ayrıca vücut, sahip olduğu kanın %40’ını ve hatta daha fazlasını kaybederse, tüm organlar aşamalı bir şekilde durmaya başlar ve kişi, adım adım ölüme gider.
Bu noktada kan kaybı da insanlık tarihinde her zaman oldukça önemli bir problemdi.
Geçmişte şifacıların şimdilerde ise doktorların, kan kaybını önlemek ve durdurmak için pek çok yöntemi var. Günümüz tedavi yöntemlerine büyük oranda hakimiz ancak geçmişteki hekimler için bunun çaresi neydi?
Aslında kan kaybını durdurmak amacıyla günümüzde kullanılan müdahelelerin bazıları, eskiden keşfedilen tekniklere dayanır. Bu yöntemlerin büyük çoğunluğu da uzun yıllar önce savaşlarda yaralıları tedavi etmek amacıyla tesadüfi şekilde keşfedilmiş olanlardır.
Bu tekniklerden ilki: Ligasyon.
Savaş esnasında uzuvları zarar gören askerlere, ampütasyon (iyileşmesi olanaksız görülen bir organı kesip atma) işlemi uygulanırdı, bu sebeple kan kaybı da oldukça fazla yaşanırdı. Ampütasyon sırasında bunun önüne geçmek için de kaynar yağ ile dağlama yöntemi uygulanırdı.
Kan kaybı sırasında kaynar yağ temin edilemez ise de enfeksiyonun önüne geçtiği bilinen terebentin, gül yağı ve yumurta sarısından oluşan bir karışım hazırlanırdı. Elbette bu geleneksel tedavi yöntemleri, askerler için bir hayli acı vericiydi ve bu sebeple ligasyon ismi verilen bir yöntemin daha acısız olduğu düşünüldü.
Kan kaybını azaltmak amacıyla uygulanan ligasyon işleminde sütur ismi verilen iplik ya da tel parçası, kan damarlarının çevresine bağlanırdı. Bu yöntem, Galen ve Hipokrat gibi tarihin önemli hekimleri tarafından da kullanılırdı.
Fakat ligasyon işleminin de birtakım olumsuz yanları vardı. Örneğin ipler bazı zamanlar yaraları enfekte edebiliyordu ve bu nedenle ligasyon işlemi, şimdilerde günümüz tedavi yöntemleri arasında bulunmamakta.
Eskiden kan kaybının önüne geçmek için yaraların dağlandığını illaki duymuşuzdur.
Bu yöntemle metal bir cisim, yarayı dağlamak amacıyla ateşte ısıtılırdı ve yaraya uygulanarak, hasarlı kan damarlarının onarılması ve kanın pıhtılaşması amaçlanırdı. Dünyada çok sayıda kültür tarafından kullanılan bu yöntem de oldukça acı vericiydi ve meydana gelen yanık, zaten hasarlı olan vücut bölgelerinde çok daha fazla doku hasarına sebep olurdu.
Bir diğer adının koterizasyon olduğu bu uygulama, pratik olduğundan savaş meydanlarında oldukça sık kullanıldı. Bu yöntem, kan kaybını önlemenin yanı sıra enfeksiyon riskini azaltsa da şimdilerde doktorlar tarafından kullanılmıyor.
Bir diğer yöntem ise “Turnike uygulaması”.
Turnike, kanın vücudun uzvu boyunca akışını sınırlandırmak için, bölgenin bir kısmına sabitlenen bir malzeme ya da bir başka deyişle cihazdı. Fakat turnike işlemi kan akışı noktasında geçici bir çözüm sağlarken, ligasyon işlemi çok daha kalıcılık vadediyordu.
O zamanların bir doktoru, işlemin daha etkili olması için uzvun daha yüksek bir pozisyona getirilmesini ve tedavinin o şekilde uygulanmasını önerdi. Yine 16. yüzyılın bir başka hekimi de pnömatik turnike isimli bir alet geliştirdi. Bu turnike ile silindirik bir torba şişiriliyor ve alttaki kan damarları sıkıştırılıyordu.
Ayrıca pnömatik turnikeyi kan kaybından muzdarip kişiye uygulamak bir hayli pratikti ve kan damarlarının uzun süre kansız kalmasıyla meydana gelen sinir felcinin de önüne geçmekteydi. Şimdiye kadar ele aldığımız tedavi yöntemlerinin aksine turnike işlemi, kan kaybını önlemek adına bugün hâlâ kullanılıyor.
Sonunda kan nakli!
16. yüzyılın hekimleri, kan kaybının önüne geçme noktasında çok sayıda yöntem geliştirmiş olsa da kimi zaman yanlış uygulamalar sebebiyle tam anlamıyla amaçlarına ulaşamıyordu. Böylelikle akıllara insanda meydana gelen kan kaybını, hayvan veya insan kanıyla yenilemek geldi ve denemelere başlandı.
Fakat ne yazık ki bu işlem, büyük oranda başarısızlıklarla nihayete erdi. Neyse ki tarihler 1901’i gösterdiğinde bir hekim iki kişinin birbirine kan verebilmesi için, aynı kan gruplarına sahip olması gerektiğini keşfetti ve güvenli kan nakilleri gerçekleştirilmeye başlandı.
Elbette bu tekniğin geliştirilmesi ve sağlam temellere oturtulması da zaman aldı ve bu yöntem, II. Dünya Savaşı’na dek kullanılmadı. Sonrasında bu işlem tüm tıp dünyası için kabul gördü ve kan kaybı sorunu tamamen tarihe karışmış oldu.