Günümüzde modern mimari teknikler ve gelişen inşaat teknolojisi sayesinde oldukça kullanışlı yapılar inşa ediliyor. Ancak birçoğumuz bu yapıların eski zamanlarda inşa edilen ihtişamlı binaların yanından bile geçemeyeceği konusunda hemfikiriz.
Nerede Balyan Ailesi'nin tasarladığı Çırağan ve Dolmabahçe sarayları, Milano’nun Duomo Katedrali, Paris’in Gare du Nord’u, Mısır’ın Giza Piramitleri, Londra’nın Westminster Abbey’si… Bugün hepsi birbirine benzer gökdelenlere talimiz. Oysa o zamanlar bugünün teknolojik imkanları mı vardı? O gün yapılan bugün neden yapılamasın?
Belki de cevabı sadece teknolojinin ilerlemesinde değil, farklı sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerde aramak lazım. Acaba eskisi kadar iyi mimarlar mı yetişmiyor? Yoksa ekonomik gerekçelerle mi bu kadar detaylı yapılar yapılmıyor?
Eski dönemlerde inşa edilen görkemli yapılar ya çok az sayı ile ya da seçkin birkaç küçük mahalle ile sınırlı kalıyordu.
Öncelikle “Neden artık eskisi gibi ihtişamlı binalar inşa edilmiyor?” diye sormak biraz yanıltıcı olabilir. Bunu yaparken muhtemelen Haydarpaşa Garı ile TOKİ’leri ya da hepsi birbirine benzeyen çirkin camlarla kaplı iş merkezlerini kıyaslıyoruz ve bu pek doğru bir kıyaslama değil.
Evet bir zamanlar çok daha ihtişamlı ve süslü binalar yapılıyordu ve bunlar gözümüze çok daha güzel görünüyordu. Ancak bunlar seçkin insanların yaşadığı belirli dar bölgelere özeldi. Halkın kalanının yaşadığı, kentin kalan kısımları ise ise göze pek de estetik gelmeyecek, imkan bakımından oldukça yetersiz ve kötü yapılarla çevriliydi.
Eski dönemlerde mimarlar, güzellikleriyle insanların hayatlarına renk katmak, devlet yöneticilerin ihtişamını göstermek gibi farklı motivasyonlarla estetik değeri yüksek binalar tasarlıyorlardı.
Özellikle antik çağlarda yapıların gösterişli olması bir imparatorluğun gücünü ve zenginliğini temsil etmesi açısından önemliydi. Orta Çağ'da ise kiliseler ve katedraller mimari güzellikleriyle sadece dini amaçlar için değil, aynı zamanda yöneticilerin ihtişamını göstermek için de inşa ediliyordu. Bu durum neredeyse 100-200 yıl öncesine kadar bu şekilde ilerledi.
Bir yanda seçkinler için ihtişamlı binalar inşa edilirken bir yandan büyük halk kitleleri sefalet ve imkansızlık içinde yaşıyordu.
Bu binaların bu kadar gösterişli inşa edilmelerindeki en büyük amaç, yönetici sınıfın ve onun çevresindeki grupların yüceliğini yansıtmak, yani halka güç gösterisi yapabilmekti. Ülkeler yüzyıllar içinde çoğunlukla giderek daha demokratik ve halkı merkeze alan yönetim biçimlerine yöneldiler. Ancak geçmişe baktığımızda halkın sefalet içinde yaşaması pahasına yönetici azınlığın ve onun çevresindeki grupların lüks içinde yaşadıklarını görürüz.
19. yüzyılda yaşamış bir mimar ve sosyal reformcu olan George Godwin Londra’da halkın hangi koşullarda yaşadığını araştırdı. Küçük ve pis bodrum katlarında yaşayan aileler, suya ve tuvalet imkanına erişimi olmayan insanlar, kömürlüklerde yatan çocuklar vardı. Bazı aileler tek odada on kişi kalmak durumundaydı.
Köle gücüyle ihtişamlı binalar mı, yoksa adil şartlarda standart binalar mı? Cevabımız belli.
Yine henüz bir 200 yıl geriye gittiğimizde zengin azınlığın çıkarları için köle emeğine başvurmanın meşru sayıldığı bir anlayışı karşımızda buluyoruz. Hayranlıkla baktığımız görkemli yapıların birçoğunun da köle emeği ile inşa edildiğini görüyoruz. İş gücüne hiçbir bedel biçilmemesi ve karşılıksız olarak ölümüne çalıştırılan işçilerle Piramitler’i de inşa edersiniz büyük sarayları da.
Ucuz hatta neredeyse bedava iş gücü inşaat maliyetlerinin önemli ölçüde azalmasını sağlıyordu. Günümüzde ise modern iş yasaları ve modern insan hakları yaptırımları sayesinde kölelik gibi bir durum neyse ki söz konusu değil. İnşaatlarda iş gücünün yüksek olması, geçtiğimiz yüz yıllar içinde daha ucuz alternatiflere yönelmenin başka bir sebebi.
Sürekli artan barınma ihtiyacını karşılamak için adeta fabrikasyon üretim bir inşaat sektörü gelişmek durumunda kaldı.
Zamanla yönetim biçimleri değişti ve halkın refahı ile barınma gibi bireysel haklar ön plana çıktı. Avrupa'da II. Dünya Savaşı sonrasında nüfusun hızla artmasıyla büyük bir konut krizi ortaya çıktı. Bu ihtiyacı karşılamak için konut fabrikaları kuruldu ve düşük maliyetle hızlı bir şekilde üretilebilen standartlaştırılmış yapı elementleri seri şekilde üretilmeye başlandı.
Böylece bugün çirkin görünen toplu konutlar hayatımıza girmeye başladı. Estetik açıdan şehir görüntüsünü bozduğunu düşünsek de birçok açıdan toplum sağlığını ve insanların yaşam kalitesini artıran bir çözüm oldu. Yine de bu seri üretim yapıların ve malzemelerin dayanıklılığı tartışılır durumda. Gerekli denetimler sıkı bir şekilde yapılmadığında deprem benzeri doğal afetlerde bu evler güvenli olmaktan çıkabiliyor.
Bir tane Notre Dame Katedrali mi, yoksa binlerce insanın yaşayacağı toplu konut mu inşa ederdiniz?
Bu bloklara bakınca içimiz kararıyor olabilir ama fabrikasyon şekilde bu kadar ucuza konut mal edilebilmesi sayesinde bugün milyonlarca insan güvenli bir ev, kanalizasyon, temiz su ve elektrik gibi imkanlara sahip. Bir yönetici olduğunuzu düşünün, “Hayır, binlerce insanın barınacağı toplu konutlar yerine minik ve gösterişli birkaç bina yapacağım.” deme şansınız olur muydu?
Barınma krizini çözülmek için yalnızca çirkin binalara ve betondan şehirlere mi mahkumuz?
Yine de tek çözüm yalnızca ve yalnızca arabayla ulaşımın mümkün olduğu, yan yana domino gibi dizilmiş uzun binalarla dolu kentler yaratmak değil. Günümüzün inşaat teknolojisi imkanları daha insanca ve kent hakkını temel alan bir bakış açısıyla daha yaşanabilir, sokaklarında keyifle gezilebilir, parklarında nefes alınabilir, bir yürüyüş mesafesinde birçok ihtiyacın temin edilebileceği dükkanlara ulaşılabilir kentler yaratmak için kullanılabilir. Yine aynı imkanlar kullanılarak çağa uygun, kullanışlı ve daha estetik yapılar inşa etmek de mümkün olabilir.