Ağırlıklı olarak sefaletle başa çıkmaya çalışan insanların içinde bulunduğu bu zamanlar, “uğursuz” olarak damgalanmış ve doğmak için rast gelinen “en şanssız” dönem olarak ifade edilmişti. Avrupa Orta Çağ'ı, insan nüfusunun bu gibi sebeplerden bir hayli dengesiz olduğu, pisliğin ve özensizliğin en yoğun olduğu yıllardı.
Bu olumsuzluk ve zorlukların yanında bu insanların günlük yaşamlarında benimsemiş ve sürdürmüş olduğu uygulamalar ise oldukça tuhaf ve inanması güç boyutlarda.
Dönemin en çarpıcı uygulaması hiç şüphesiz hayvan mahkemeleriydi.
Orta Çağ’da mahkemeler, yalnızca insanları yargılamak için kurulmuyordu. Dönem içerisinde sanığın bir hayvan olduğu 85 mahkeme kaydı bulunuyordu ve böceklerden büyük başlara kadar tüm hayvanlar, uygun görüldüğünde yasaları ihlal etme şüphesiyle mahkemeye çıkarılıyordu.
Bu mahkemelerde en sık yargılanan hayvan ise insan vücutlarını kemirmekten çocuk yemeye kadar birçok suça karışan ve hüküm giyen domuzlardı. Mahkemeye çıkarılan bu domuzlar genellikle suçlu bulunuyor, asılarak ya da kazığa bağlanıp yakılarak idam ediliyordu.
Domuzların dışında, yazılan bir mektupla farelerden yuva yaptıkları binaları terk etmeleri istenmiş, bir horoz yumurtladığı için bu davranışı doğaya aykırı sayılmış, hatta bir yunus bile mahkemelerde sanık koltuğuna oturtulmuştu.
Her sene mutlaka Ocak ayının başında “deliler bayramı” kutlanırdı.
Kökenini bir pagan festivalinden alan deliler bayramı, Orta Çağ Avrupasında birçok insanı eğlenmek için bir araya getiriyordu. Bu kutlamada en yüksek rütbeye sahip memurlar en düşük rütbeye geçerken, hizmetçiler efendi oluyor ve kalabalığın içinden bir kral seçiliyordu.
İlk etapta bu bayramın kiliseyle sınırlı kalması istenmişse de sonraları halkın da dahil olmasıyla bu bayram oldukça renklenmiş ve kostümler, komik performanslar, erkeklerin kadın kadınların erkek kılığına girmesi ve geçit törenleri gibi çeşitli eğlencelere sahne olmuştu.
Avrupa Orta Çağ’ında futbol, keyifli vakit geçirmek için yapılan bir spor değil, şiddeti ve ölüm tehlikesini içinde barından bir aktiviteydi.
O zamanlar futbolun herhangi bir kuralı yoktu ve tüm köyde sayısız oyuncuyla oynanabiliyordu. Bu sebeple genellikle tekmelenen top değil, karşı takımın oyuncuları oluyordu.
Gol atmaya çalışan bir oyuncuya, adam öldürmek dışında her şey mübahtı. Bu kuralsızlıkların getirdiği ölüm ve şiddet sebebiyle Kral II. Edward’ın bu sporu yasakladığı ifade ediliyor.
Bu karanlık çağda mevzubahis evlilik olduğunda, oldukça sıra dışı ve inanması güç uygulamalar mevcuttu.
Genellikle söz hakları olmayan kadınlar 12-13 yaşlarına geldiğinde evliliğe hazır olarak görülüyor, özellikle bu kadınlar üst sınıf bir ailedense evleneceği kişiyi kesinlikle seçemiyordu. Bu evlilikler büyük oranda politik ve siyasi amaçlarla gerçekleştiriliyor ve karı kocanın mahremiyeti tamamen hiçe sayılıyordu.
Yeni evlenen çiftlerin yatak odasında ilk bir araya gelişleri, çiftin yakın çevresi tarafından izleniyor ve bir onaya tabi tutuluyordu. Evliliğin temel yapı taşlarından olan mahremiyetin bu denli ihlal edilmesinin dönem içerisindeki sebebi ise evliliklerin resmi bir törenle yapılmaması ve erkek ve kadının dakikalar içerisinde istedikleri yer ve zamanda evlenebilmeleriydi.
Bu durumda çiftlerin gerçekten evli olduklarını kanıtlamaları zorlaşmış ve bu sebeple tanrıdan ziyade insanların da huzurunda bir onay gerekli görülmüştü.
Zorunlu evliliklere mahkum olan Orta Çağ insanları, gerçek anlamda sevmeyi ve sevilmeyi “saray aşkı” adı altında tatmaya çalışıyordu.
Saray mensuplarına özgü bu uygulama, lord ve leydilerin evli olup olmamasına dikkat edilmeksizin arzu ettikleri kişilerle bir gönül bağı oluşturmasını sağlıyordu. Saray aşkı yaşayan kişilerin bu çağa göre uygunsuz olan kıkırdamak, gülmek, dans etmek ve el ele tutuşmak gibi davranışlarına müsade ediliyordu ancak cinsel ilişki kati olarak yasaktı. Saray aşkı öylesine yaygındı ki bu uygulamayla ilgili bir kural listesi bile yazılmıştı.
Orta Çağ mahkemeleri, aralarında problem yaşayan evli çiftleri konuşarak anlaşmaya değil, şiddete teşvik ediyordu.
Çiftler mahkemeye gittiğinde erkek tek eli arkasında ayakta durur biçimde bir çukurun içine giriyor, kadın ise içi taş dolu bir torbayla erkeğin etrafında dönüyordu. Tek seferlik bir dövüşmeden oluşan bu mahkemeler, çiftler arasındaki anlaşmazlığı çözmenin kabul edilmiş en yaygın yoluydu.
Bu dönemde yaşamış kadınların güzellik anlayışı günümüze göre oldukça farklıydı.
Şimdilerde kirpik, kadınlar için oldukça önemliyken o zamanlarda güzelliğin sırrı tüysüz bir yüz ve kirpiksiz gözlerdi. Alın yüzün merkezi olarak görüldüğünden kadınlar, kaş ve kirpiklerini alarak alınlarını daha çok ön plana çıkarmayı hedefliyordu.
Bu kadınlar bile isteye kirpiklerini koparıyor hatta yüz güzelliğini ortaya çıkarmak ve mükemmelleştirmek adına saçlarını bile yoluyordu. Bu moda bittikten sonra ise kaşları eskisi gibi çıkmayan kadınlar, çareyi kendilerine kaş çizmekte bulmuştu.
Erkeklerin benimsediği alışılmışın dışındaki giyim kuşam ise yine dikkati çeken konulardan biriydi.
Bu karanlık çağda üst sınıf erkeklerin giyim tarzı servetlerini simgelerken, aynı zamanda onların yoksul halktan üstünlüklerini ifade etmede kullandıkları bir yoldu. Bu sebeple uzun ve sivri uçlu erkek ayakkabıları gibi birçok tuhaf moda trendleri ortaya çıkmıştı. Erkeklerin giydiği ayakkabılar ne kadar uzun ve sivriyse, o kişinin servetinin de o kadar fazla olduğuna inanılıyordu.
Bunun yanında erkekler, bu dönem içerisinde vücutlarını daha fazla göz önüne seren kıyafet seçimleri yapmaya başlamış, kısa tunikler ve bu tuniklerin altına tayt giymek oldukça yaygınlaşmıştı.
Dönemin soytarıları, birtakım ayrıcalıklara sahipti.
Eşek kulaklarından esinlenilerek tasarlanan şapkalar takmalarıyla dikkati çeken soytarılara, saray içinde oldukça iyimser yaklaşılıyordu. Soytarılar, lord ve leydilerle rahatlıkla şakalaşabiliyor ve onları eleştirebiliyordu. Diğer insanların siyasi görüşlerini dillendirmesi kesinlikle yasakken şapkalı soytarılar, fikirlerini özgürce ifade edebiliyordu.
“Miğferli tavuk” ismini verdikleri onlara özgü bir yemekleri vardı.
Avrupa Orta Çağ’ında yoksul kesim için yemek çeşitleri çoğu zaman yavan ve aynıydı. Fakat zenginler için yeme içmenin bir sınırı yoktu. Bu kesim yemek yemeyi o kadar çok seviyordu ki farklı lezzetler oluşturmak amacıyla deneysel çalışmalar yapıyor, ilginç tasarımlar oluşturuyordu.
Farklı lezzetleri birleştirerek yaratıcı ve daha da doyurucu yemekler yemek isteyen üst sınıfın en dikkati çeken tasarımlarından biri de tavuğun kızarmış domuzun sırtına biner gibi oturtulduğu miğferli tavuktu.
“Tek boynuzlu at” bu insanlar için bir sembol niteliğindeydi.
Orta Çağ insanları, din ve mitolojiye oldukça fazla düşkündü ve bu iki olgu enteresan bir şekilde çoğunlukla birbiriyle ilişkiliydi. Tek boynuzlu ata verilen önemin ise muhtemelen öküz anlamına gelen bir kelimenin yanlış tercüme edilmesiyle ve insanların İsa’nın İncil’de tek boynuzlu ata benzetildiğine inanmasından geliyordu.
Dönem içinde tek boynuzlu atlara yalnızca bakire kızlar dokunabiliyordu ve bir diğer yandan bu mitolojik hayvan, İsa’nın annesinin rahmine düşmesinin de nahoş bir sembolü olarak kabul ediliyordu.
Dönem içinde kol gezen bulaşıcı hastalıklar sebebiyle ölümü güzel karşılamak, bu dönemin insanları için bir hayli önemliydi.
Karanlık çağda veba oldukça yaygındı ve ölüm düşüncesi insanların zihnini daima meşgul ediyordu. Ölüme yakın hisseden ve sürekli ölümü düşünen halk, iyi ve kusursuz bir insan olarak ölmenin çaresini süslenmekte bulmuştu.
Bu sebeple “aes moriendi” adı verilen bir “ölüm sanatı” ortaya çıkmıştı. Bu akımın temelinde bir Hristiyan gibi ölmek vardı. Yani kişinin ölümü planlı ve huzurlu olmalıydı. Ölen kişiye din adamları tarafından güzel elbiseler giydiriliyor ve bu uğurlama acele edilmeden uzun uzadıya yapılıyordu.