Osmanlı İmparatorluğu'nda, ister halktan ister padişahın kendi ailesinden olsun, çok sayıda infaz günümüz İstanbul'undaki Topkapı Sarayı'nda gerçekleşti. Sarayın sessiz duvarları, birçok suçluya şahit oldu.
Bahsedeceğimiz “ölüm yarışı” adlı kovalamaca da Topkapı’da başlayıp Kumkapı’da sonlanırdı. 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın başına kadar yaklaşık 20 yıl devam eden bu ilginç idam yönteminin detaylarına birlikte bakalım.
Osmanlı'daki idam yöntemleri, toplumsal statüye ve cinsiyete göre değişiklik gösteriyordu.
Osmanlı'da insanların idam edilme yöntemi doğrudan toplum içindeki konumlarıyla ilgili olabildiği gibi cinsiyetlerine göre de farklılık gösteriyordu. Örneğin, kazığa oturtulmak veya ölünceye kadar çentikli bir et kancasıyla asılmak gibi daha acı verici infaz biçimlerinden birini gerektirecek kadar iğrenç bir suç işlemeyen "sıradan insanların" yalnızca kafaları kesiliyordu.
Buna karşılık, vezirler ve kraliyet ailesi gibi daha yüksek rütbeli kişiler genellikle; ya celladın çıplak elleriyle ya bir yayın ipiyle ya da ipek bir mendille boğularak öldürülürdü. Öldükten sonra, vücut genellikle denize atılırdı. Kadınlara gelince; bazı yüksek rütbeli mahkûmların kaderi, ağırlıklı çuvallara bağlanıp hayattayken denize atılmaktı.
O dönemlerde, Topkapı Sarayı'nın kapısında vücut parçaları duruyordu.
Topkapı Sarayı, sultanın ana evi olarak hizmet veriyordu ve bazı kaynaklara göre, yakın zamanda öldürülen suçluların kopmuş kafaları ve diğer kopmuş vücut parçalarının (burun, kulak, dil…) yığınları sarayın ön kapısında sergileniyordu.
Padişahın sarayında gerçekleştirilen çok sayıda infaza rağmen (yalnızca Sultan I. Selim'in 16. yüzyıldaki sekiz yıllık kısa saltanatı sırasında, burada 30.000'den fazla kişiyi idam ettirdiği tahmin ediliyor), hiçbir resmi görevli yoktu. Yalnızca cellat, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu işle görevlendirildi.
Amiyane tabirle; bahçıvanlar, suçluları "buduyordu".
İnfazları gerçekleştirme işi genellikle sarayın sözde bahçıvanlarından birine düşüyordu, ancak bu kişinin çok yüksek bir mevkide olması durumunda infaz, sarayın bostancıbaşı (baş bahçıvan) tarafından gerçekleştiriliyordu. Kısacası suçluları “buduyorlardı”.
Bunun dışında; ihtiyaç duyulduğunda saray için çeşitli şekillerde koruma, polis ve güvenlik olarak işlev görüyorlardı ve herhangi bir zamanda birkaç bin bahçıvan kadroda bulunmuştu.
Suçlulara ikram edilen şerbetin rengi, başlarına ne geleceğinin habercisiydi.
Saray arazisinde idam edilecek suçlular, idam edilecekleri gün, buzlu şerbetle yapılan şekerli bir içecekle haberdar edilirdi. Bu içki; sanığa, mahkemeye çıktıktan üç gün sonra sunulurdu. İçeceğin rengi, mahkeme kararının göstergesi olurdu. Beyaz affın rengiyken kırmızı, ölümün rengiydi.
Kırmızı şerbet verilenlerin çoğu, kısa bir süre sonra bir bahçıvan tarafından öldürülürken sadrazamlar gibi yüksek rütbeli yetkililerin hâlâ biraz umudu vardı. Bostancıbaşı, bu kişileri bahçelerden geçerek sarayın güney tarafındaki Balık Pazarı Kapısı'nın yanındaki yaklaşık 300 metrelik idam yerine kadar bir yarışa sokardı. Kaçan kişi, yarışı baş bahçıvanın önünde bitirirse cezası, basit bir sürgüne indirilirdi.
Baş bahçıvanı yenen kişiler de bulunuyordu. Hatta bilindik bir isim, üstüne ödül bile almıştı.
Tarihçilerin, bilinen belgelenmiş örneklere dayanarak ileri sürdüğüne göre, çok az kişi yarışta bostancıbaşını yenmeyi başardı. Kaybeden mahkûmlar, kapıya ulaştıklarında hemen boğulurdu. Celladın, sarayın içini dışını bilmesi ve kurbana göre daha avantajlı bir konumda olması düşünülünce bu pek de şaşırtıcı değil.
Baş bahçıvanı yenmeyi başaran istisnai birkaç kişi için işler bazen, sadece sürgün edilmekten bile daha iyi gitmişti. Örneğin; bu yarışı kazanmasıyla bilinen son kişi, 1822'de Sadrazam Hacı Salih Paşa'ydı. Biraz da "etkileyici" olduğu söylenen ve beklenmedik zaferiyle kazandığı saygı nedeniyle affedilmek bir yana, öldüllendirilip Şam'a vali olmuştu.
Osmanlı'nın konu olduğu, ilgi çekici diğer içeriklerimize göz atmak isterseniz: