ABD’nin New York kenti, her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği bir metropol. Bu kalabalık eyaletteki Seneca Gölü’nün kıyısında, hiç de turistik olmayan bir bölgede adeta 'buraya gelmeyin' diye bağıran bir yapı var. 19. yüzyıl mimarisinin izlerini taşıyan bu bina, bir zamanlar Willard Akıl Hastanesi adıyla hizmet veriyordu.
Willard, akli dengesini yitirmiş ileri düzeydeki hastaların bulunduğu bir hastaneydi. Buradaki hastalar genellikle zincirlenmek, bağlanmak ya da bir şekilde kontrol altına alınmak zorunda olan insanlardı. Hastanenin amacı bu insanları tedavi edip, onları yeniden topluma kazandırmaktı. Bu görüş, tesislerin hizmet vermeye başladığı 1869 yılı için yeni bir konsept sayılırdı.
İlerleyen yıllarda her neler yaşandıysa bu bina olduğu gibi terk edildi ve çürümeye bırakıldı:
Hastanenin hizmet vermeye başladığı yılda tedavi altına alınan ilk hastası Mary Rote adındaki bir kadındı. Mary, bunama hastalığından muzdaripti ve oldukça saldırgandı. 10 yılını zincirlere bağlı olarak geçirdiği yatağından kalkmadan geçirmiş, Willard’a gelmeyi zincirleri çıkartılması karşılığında kabul etmişti.
Mary Rote Willard’a geldikten sonra hastane personeli onunla inanılmaz iyi şartlarda ilgilendi. Her türlü ihtiyacı karşılandı, Rote’nin fiziksel ve ruhsal sağlığı düzelmeye başladı. Willard, farklı bir şey deniyordu ki 10 yıldır iyileşemeyen bir akıl hastası, kısa sürede olumlu gelişmeler yaşamaya başlamıştı.
Temel olarak bakıldığında Willard, hapishane konseptine sahip olan bir “asylum” hastanesiydi. Buradaki hastaların sayısı zamanla arttı. Başarılı yöneticiler, onay verdikleri zaman normal yaşamlarına devam etme şansları vardı, ancak hiçbir hasta bunu kabul etmedi. Hastanede kalmak istiyorlardı.
Ruh sağlığının toplum tarafından farklı bir gözle değerlendirildiği, akıl hastalarına canavar ya da hayvan gibi bakıldığı bir dönemde Willard, onlar için tam bir cennetti. Burası zamanla onlar için bir sığınma merkezi haline gelmişti.
Willard’ın en ünlü hastalarından birisi, nadir bir rahatsızlıktan muzdarip olan Joseph Lobdell idi. Lobdell, bir kadın olarak doğmasına rağmen, kendisini erkek gibi hissediyordu. Günümüzde bu tarz bir eğilim artık bir akıl hastalığı olarak nitelendirilmiyor ve Lobdell, kesinlikle bir akıl hastası değildi. Hayatını kaybedeceği bir başka akıl hastanesine yerleştirilmeden önce Willard’da 10 yıl boyunca kaldı. Belki de toplumsal baskıdan dolayı buraya sığınmak istemişti.
Willard’daki hastalar, hala ayakta olan bu binanın içinde kalan eşyalardan anlaşıldığı üzere, elektro şok gibi tedavi yöntemlerine maruz kalıyorlardı.
Hastaların günlerini ve hatta yıllarını geçirdikleri odalar, çoğunun kişisel eşyalarıyla birlikte hala aynı şekilde duruyorlar:
Aşağıdaki fotoğraf, 1995 yılında hastanenin tavan arasında bulunmuş yüzlerce bavuldan birisine ait. Bu bavullar ise hastaneden asla ayrılamamış olan hastaların eşyalarını içeriyorlar. İçlerindeki her bir eşya, resmi kurumlar tarafından belgeleniyor:
Hayatlarını hastanede kalırken kaybeden hastaların otopsilerinin yapıldığı morg ve gömüldükleri mezarlık da hala aynı yerinde duruyor:
Her bir mezarın bir isimle değil, numaralı bir metal plaka ile işaretlendiği görülüyor. O yıllarda bir akıl hastasının mezarında ailesinin soy adının görülmesi utanç kaynağıydı. Bu nedenle mezarlıktaki yakılmamış hasta bedenlerinin hiçbirisinde isim ya da soy isim bulunmuyor. Günümüzde burada yatan insanların kim oldukları analiz edilmeye çalışılıyor, ancak kayıtlar eski olduğundan süreç son derece yavaş ilerliyor.
Belki de burada hayatını kaybeden pek çok insan, gerçekten de hasta olmayan, sadece toplumdan uzaklaşmak isteyen insanlardı. Ne de olsa deli gözüyle bakılanların cennetiydi Wiilard Akıl Hastanesi...