Şaşırtıcı, ilgi çekici, üzücü, korkutucu hatta komik olabilen yüzlerce sergi neden bu yollara başvurdu? Sanatın; bir fikri, derdi, duyguyu anlatma çabası olduğunu düşünürsek; daha kolay, daha anlaşılır bir yolu yok muydu? Komik ve saçma gelmesi normal mi, yoksa biz mi yanlış bakıyoruz?
Sanatın yapım amacı, sanatçının neyi anlatmak istediğine göre değişiyor. Sanat; feminist, politik, anarşist fikirleri anlatırken, ‘hiçbir şey anlatmamayı’ da anlatabilir. Bazen sanatçıların, çalışmalarına anlam vermediklerini de görüyoruz; izleyicilerin her birinin kendi fikri ile eser anlamlanabiliyor.
Sanatın ilerlemesi, beraberinde anlatım dilinin değişimini getiriyor.
Fütüristler, Dadaistler ve ardından Fluxus ile hayatımıza giren performans sanatları günümüzde çoğunluğumuz için anlamı, performansının gölgesinde kalıyor olabilir. ‘Sanat toplum için mi, sanatın kendisi için mi?’ cevabını veremesek de günümüzde yapılmaya devam eden sanatçı performanslarını yakından inceleyip anlayabiliriz.
‘Sessizlikle’ ilgilenmeye başlayalım.
Elke Kalupar’ı performansta, Fabian Kalker’ı müzikte görüyoruz. Son zamanlarda karşınıza benzer performanslar çıkmış olabilir. Sanatçının sessizce ve normalde “deli galiba” diyebileceğimiz hareketler yaptığı performans ne anlatıyor?
‘Yüksek Yapı Şeytanı’ olarak adlandırılan bu performansın metninde insanın toplum içinde harekete geçme ve karar vermesi sorgulanıyor. Performansın yarısında sanatçı; ipleri, etrafta bulunan insanlara uzatıyor. Performansın alt metnine göre artık izleyici, yapının bir parçası olarak toplum içinde ayakta kalmanın karar vericilerinden biri konumuna ulaşıyor. “Sistemi nereye götürmek istiyorsunuz?” sorusu izleyicilere soruluyor.
Daha fazla sessizlik.
Dora García’nın Binlerce Yıldır İki Gezegen Çarpışıyor isimli performansında; iki alanda bulunan katılımcılar, temas etmeden birbirlerine bakıyorlar. Göz temasının kesilmediği, sessizliğin ve olabildiğince hareketsizliğin korunduğu görülüyor.
Şiirsel bir anlatımı olan çalışmada iki gezegenin tek gezegen hâline gelmesi öyküleniyor. Çarpışmada; fiziksel olarak birbirine yakın iki insanın, bulundukları alanlarda mesafeyi korumak için çabaları sergileniyor.
Biz de onunla öfkelenmeli miyiz?
"Üç dakika boyunca ayağına boya alıp duvara vuran sanatçı, nasıl bir şey anlatmak istiyor olabilir ki?" sorunuzu duyuyor ve cevabını veriyoruz.
Prue Stevenson, kendisi gibi otizm spektrumuna sahip bireylerin enerjilerini atmalarının zorluğuna dikkat çekiyor ve tekrar eden, dokunsal hareket içeren performanslar gerçekleştiriyor. Tekvando siyah kuşağı sahibi olan sanatçı, performans sanatıyla enerjisini ve düşüncelerini aktarabiliyor.
Kendine yardım edemeyen robotu unutamıyoruz. (Acaba amaçlardan biri de bu muydu?)
Tabii ki çalışmayı gerçekleştiren Sun Yuan ve Peng Yu, çalışmalarının ses getirmesini ve unutulmamasını istemiştir. Ancak bir makinenin çalışması olarak aklımızda kalması ise arkasındaki planlamaya haksızlık olabilir.
Bir makineyi hayattaymış gibi gösteren performansın çıkış noktası 'makinelerin sergi alanında kullanılabilirliğinin' sorgulanmasından doğuyor. Savunmasız görünen ve kendini sürekli olarak tekrar tekrar temizliğe mahkûm bulan makine, izleyicilerde farklı duygu ve düşünceleri uyandırmayı başarıyor. Sun Yuan ve Peng Yu, sanat dünyasında kara mizahlarıyla biliniyor. Bu eserleriyle; güncel insanlık meselelerini ilginç, politik ve şiddet içeren bir şekilde yansıttıkları düşünülüyor.
Yoko Ono’nun ‘sessiz’ fakat çok sesli performansı.
Yoko Ono’yu müzisyenliğinden, sanatçılığından veya John Lennon ile olan aşk hikâyesinden duymuş olabilirsiniz. Performans sanatları da gençlik yıllarından beri hayatımızda olan Ono, 1964 yılında Kesilmiş Parça eseri ile dikkatleri çekmeyi başarmıştı.
Kadın bedeninin sanatta oynadığı rolü irdelenen performansta; katılımcılar, sanatçıya yaklaşıp kıyafetlerinden diledikleri kadar parçalar kesebildiler. ‘Cut Piece’, bugün hâlâ gündeme gelen ve performans sanatının, feminist sanatın ve katılımcı çalışmanın öncülerinden görülüyor.
“Çağdaş sanat, sokaklarda sizi takip edebilir.” dersek ne düşünürsünüz?
Evet, yanlış duymadınız. 1969 yılında sanatçı Vito Acconci, New York sokaklarında rastgele insanları takip etmiş. Bazen saatler bazen dakikalar süren bu takip süreci için sanatçı, kendinden uzaklaştığını ve adanmışlıkla hareket ettiğini belirtiyor.
Gerçek insanları heykel gibi kullanmak. Ama neden böyle?
Yakın zamanda insanları ve heykellerini bir araya getirerek sıra dışı performanslar sergileyen Anna Uddenberg, videoda görmüş olduğumuz Kontinental Kahvaltı Sandalyesi sergisinin farklı çeşitlerini de gerçekleştiriyor. Sanatçı; bedeni, değiştirilebilecek ve kontrol edilebilecek bir nesne yerine koyuyor.
Heykellerinde; hastane, uçak koltuğu ve otel odası izlenimi görmemiz ise dünyanın işleyişine uyum sağlarken geçirdiğimiz sürece bir gönderme olarak görülüyor. Tasarımlara yerleşen kadın ve adamlar artık heykelin, dolayısıyla da sistemin bir parçası oluyor.
Yattığın yerden sanat olmak hangimizin hayali olmaz ki?
Threaded of Memories, anıların ipliği ya da dizisi olarak da söyleyebileceğimiz rüya gibi bir mekânı bize gösteriyor. Siyah iplikler, yatakları sarıyor ve birbirlerine bağlıyor. Eseri oluşturan Chiharu Shiota, uyuyan insanların da rüyalarının birbirleriyle bağlantılı olduğunu söylüyor.
Yatakları tercih etmesindeki en büyük etkisinin çoğunluğumuzun yatakta doğup ölmemizden geldiğini belirtiyor. Rüyalarla, uykuyla, korkuyla, ölümle karşılaşılan hayatın yatakta başlayıp bittiğini ekliyor.
Klişenin dikkat çekme etkisi.
Yükseklik korkusu, saklanma veya bir aksiyon filminden sahne gibi duran bu performansın gizemi, adında saklı. Korkmuş Adam isimli performansın canlandırmasında Danish Bangemand bulunuyor.
Sevgi ve Anlayışın Destansı İsrafı isimli sergiyi canlandıranın, Hollywood sahnesinden çıkıp bize gelen bir tipleme gibi olması, anlamlandırmamıza yardımcı oluyor.
Ayna kırmak yedi yıl uğursuzluk getiriyorsa bu performanstan matematik problemi çıkarabiliriz.
On Dört Eksi Bir, Michelangelo Pistoletto tarafından 2013 yılında ortaya konmuş çalışmalardan biri. Pistoletto, çalışmalarında aynaları; isimlendirmelerinde de aynaların sayılarını kullanıyor. On dört aynanın on üçünü tahta bir çekiç yardımıyla kırması, performansın tek öznesi.
Sanatçı, eseri için aynaların mekânı genişlettiğini ve izleyicileri çoğalttığını vurguluyor. Aynanın kırılması ile yansıtmanın kaybolmadığını, aksine çoğaldığını öne sürüyor. Pistoletto, kırılan aynaların parçacıklarında, geçmişin hatıralarının belgeleri olduğunu düşünüyor.
Bir çakalla ‘koyun koyuna’ uyumak.
Amerika’yı Seviyorum, Amerika Beni Seviyor. Performansın ismi de kendisi kadar ilginç görünüyor. 1974 New York’unda sanatçı Joseph Beuys, keçelere sarılıp ambulans ile getirildiği sergi salonunda üç gün sekiz saat boyunca bir çakal ile kafeste kapalı kalıyor.
Dönemin Amerika'sının kültürel karmaşasına anlam arayışında olan Beuys, çakalın düzenbaz ve yırtıcı görüntüsünün ardında farklı anlamlar olduğuna inanıyordu. Amerika'nın ruhani hayvanı olarak gördüğü çakal ile performansı sırasında göz temasları ve hareketler ile iletişim kurmaya çalıştı. Sanatçı, performansı sonunda tekrar ambulans ile havaalanına döndü ve bir daha sergi salonu hariç Amerika’da hiç adım atmadı.
Sabah uyandığımızda seni çok iyi anlıyoruz.
İlk olarak Mona Hatoum tarafından 1985 yılında gerçekleştirilen bu çıplak ayakla yürüme hareketi (Performance Still) hakkında alt metinler bulunmuyor. Sanatçının, performansı boyunca çıplak ayakla bir saat yürüdüğünü ve ayak bileklerine o dönemlerde genellikle polislerin giydiği bir botu bağladığını biliyoruz.
Sanatçının mesajını bilmesek de kendimiz anlamlar çıkarabiliriz. Tıpkı başka bir sanatçı olan Chris Thomas’ın yeniden canlandırması gibi.
Yaz sıcaklarında yapmak istediğimiz;
Erimesi yaklaşık 9 saat süren buz kütlesini Mexico City sokaklarında sürükleyen Francis Alÿs; kış günlerinde üşütecek, yaz günlerinde serinletecek bir görüntü sergiliyor.
Mexico gibi sıcak iklime sahip bir bölgede, sokak satıcıları için buzun önemli olması ve kendisinin buzu yok oluşa sürüklemesi absürt bir dille anlatılmışa benziyor. Sanatçının başlığına eklediği gibi, bazen bir şeyi yapmak sizi hiçbir şeye götürür.
Sona yaklaşırken "geri sayım" yapalım.
"Geri Sayım" sergisinde canlandırılan "Kum Sütunu", Roman Signer'ın şaşırtıcı çalışmalarından biri. Serginin tamamı bozulmaların nesneye etkilerini gösteriyor. Sürecin geri sayımı ve kaçınılmaz sona ulaşım izleyiciler tarafından deneyimleniyor.
Signer'ın performansında da sekiz ila on iki kum dolu kovanın üst üste dizilip ardından yıkılmasını sergiliyor. En alttaki kovanın kenarında delik açılmasıyla dökülen kumun tüm kovaları yıkması ise kaçınılmaz sona ulaştırıyor.
Yaşamla sanat arasında bir seçim.
Tercih ettikleri yolun; zorlu, çoğu zaman tepki çekebilen bir seçenek olduğu, örnekler yakından incelendiğinde daha iyi görülüyor. Sanatın; yaşama, topluma, duygulara ayna olabildiğini biliyoruz. Sanatçının kendisine yakından bakınca daha zorlu bir ikilemin perdesi aralanıyor. Yaşamı anlatabilen bir seçeneğin, hayattan alıkoyabileceği riski belirmeye başlıyor.
Sanat her zaman zor yollardan geçmek zorunda değil. Bazen basit bir cümle, basit bir hareket tüm anlamı yakalayabilir. Sanatçılar ilgi çekici eserler ortaya çıkarıp toplumun dikkatini toplamayı başarıyor. Geriye sorguladığımız tek bir şey kalıyor; topluma eseri anlatmak gerekli mi, yoksa anladığımızla mı kalmalıyız?
Performans sanatının bilinen isimlerinden Marina Abromovic;
Daha fazla sanat içerikleri;