Panik dalgası haline gelmemesi ve geçtiğimiz günlerde ülkemizde tespit edilen kızamık vakalarındaki artışın önlenmesi için yapılması gereken en önemli şey ise kızamık aşısı olmak. Ancak İngiliz bir sözde doktorun ortaya attığı bazı asılsız iddialar sebebiyle “aşı karşıtlığı” bir süredir yayılmış durumda.
Böylesine yanlış bir algıya sebep olarak, Türkiye’deki kızamık vakalarının günden güne artış göstermesinde önemli bir rol oynayan sahtekâr Andrew Wakefield’in kim olduğuna ve bu anlamda neler yaptığına bakalım.
Öncelikle ülkemizde kızamığın başlıca nedenlerine değinelim. Aslında bu hastalığın yeniden artışa geçmesi, iki farklı başlıkta birleşiyor: Aşı karşıtlığı ve düzensiz göç.
Türkiye, ücretsiz olmasının da etkisiyle, bugüne kadar kızamık aşılaması anlamında oldukça yüksek oranlara sahip ülkelerden biriydi. Fakat COVID-19 pandemisinde ortaya çıkan asılsız iddialar, bu hastalığın yanında diğer rahatsızlıklar için uygulanan aşılamalar için de büyük oranda bir şüpheye sebebiyet verdi.
Bu ön yargılara sığınmacıların da eklenmesiyle işler iyice sarpa sarmaya başladı. Sığınmacılar, çeşitli kültür farklılıkları nedeniyle genellikle bu aşılama uygulamalarını reddediyor; sağlık çalışanlarının kızamığın sebep olabileceği etkileri, üzerine basarak dile getirmesi bile bazı zamanlarda etkili olmuyordu.
Bu noktada kızamık henüz bir salgına dönüşmemişken, hükûmet tarafından gerekli uyarılar yapılıp, önemler alınmalı ve gerekli görülürse aşı kampanyaları başlatılmalı.
Kızamık aşısı, 1960’lı yıllardan beri uygulanmakta ve bu aşının uzun vadede etkileri, tamamen tespit edilmiş durumda.
Ayrıca kızamık aşısı, kızamıkçık ve kabakulak ile birlikte her insanın mutlaka yaptırması gereken olmazsa olmaz aşılar arasında. Yine bu rahatsızlık, ağırlıklı olarak çocuklarda görülse de yetişkinler de bu hastalığa yakalanabilir ve sonuçları oldukça ağır olabilir.
Esas konumuza gelelim. Aşı karşıtlığına sebep olan ve bu yanlış algıyla tüm dünyayı etkisi altına almaya başlayan biri var: Andrew Wakefield.
İngiliz gastroenteroloji uzmanı olan ve 1998’de 12 çalışma arkadaşı ile birlikte iş birliği yapan Andrew Wakefield, dünyada oldukça yaygın olarak okunan bir tıp dergisinde MMR (Kızamık, Kızamıkçık, Kabakulak karması) aşısı ile otizm arasında bir bağlantı olduğunu iddia ettiği bir makale yayımladı.
Bu çalışmada MMR aşısında bulunan canlı bir virüsün, bağırsak mukozasının geçirgenliğini arttırdığı, ardından kana ve beyne geçiş yaparak otizme yol açtığı öne sürüldü. Ekibin böyle bir iddiayı öne sürmesinin dayanağı ise, klinikte MMR aşısı uygulanan 12 çocuğun tamamında bir ay gibi kısa bir süre sonra aynı bağırsak örneklerine rastlanmasıydı.
Aslında Andrew Wakefield ve 12 çalışma arkadaşının makalesinde ciddi metadolojik kusurlar vardı ve bu sebeple çeşitli bilim insanları tarafından şüpheyle yaklaşılarak sorgulanmaya başlandı.
O dönemde İngiltere’de ayda yaklaşık 50.000 çocuk, MMR aşısı olmaktaydı ve çalışmanın yalnızca 12 çocuk üzerinde yapılmış olması bilimsel değildi.
Bu çalışmada, bilimsel deneylerin olmazsa olmaz kriteri olarak kabul edilen kontrol grubu yoktu ve bulgular, MMR aşısı olmayan çocuklardan alınan örneklerle karşılaştırılmamıştı. Ayrıca makalede ifade edilenin aksine bağırsaktan kana, kandan da beyne geçme gibi bir zararlı maddeyle karşılaşılmamış, bu aşıya ait kalıntılar da tespit edilmemişti.
Wakefield önderliğinde yazılan bu makalenin öne sürdüğü bilgilerin çoğunun yanlışlığına rağmen gündeme getirilen konu, insan hayatı mevzu bahis olduğundan dikkati epey çekti ve çeşitli medya organları bunu hızlı bir şekilde haberleştirmeye başladı.
Ardından korkulan oldu ve aileler arasında yayılan panik dalgaları, İngiltere’de 1998-2003 yılları arasındaki MMR aşılanma oranının %92’den %80’e gerilemesine neden oldu.
Aşılama çalışmalarına yönelik böylesine büyük bir karalama kampanyasından sonra bilim insanları, MMR aşısı ve otizm arasındaki ilişkiyi büyük bir titizlikle araştırmaya başladı.
Örneğin Danimarka’da 500.000 çocuk üzerinde yapılan bir çalışmayla, “MMR aşıları ile otizm görülme sıklığı arasında bir ilinti olmadığını, hastalık sıklığının aşılanmış ve aşılanmamış çocuklarda aynı olduğu” saptandı.
Akabinde Kanada’da 28.000, Finlandiya’da da 1.8 milyon çocuğu kapsayan geniş kapsamlı çalışmaların sonucunda da Andrew Wakefield’in iddialarının tamamen asılsız olduğu net bir şekilde tespit edildi.
Ayrıca bunların yanı sıra, Wakefield’in çalışmasında oldukça ciddi etik problemler ve çıkar çatışmaları vardı.
Bu tip bilimsel çalışmalarda örnek vakalar, daima rastgele seçilmelidir ancak bu dolandırıcının üzerinde çalıştığı 8 çocuktan 5’i, aşı üreticilerine dava açan avukatın aynı müşterileriydi.
Yine etik anlamda alınan her türlü maddi destek, çalışmaların tarafsızlığını korumalıdır fakat Wakefield, bu çalışma esnasında bu 5 çocuğun avukatından 50.000 İngiliz Sterlini almış ve bu parayı da çalışmayla alakalı herhangi bir yerde kullanmamıştı.
Son olarak bu araştırma sırasında Wakefield’in rakip bir kabakulak aşısının patentini almakla uğraştığı, yapılan çalışmanın da hâlihazırda kullanılmakta olan aşıyı karalama ve kendisinin ortağı olduğu firmanın aşısını piyasaya sürmek amaçlı olduğu anlaşıldı.
2004 yılında bu ürkütücü detaylar ortaya çıktıktan sonra, bu sahtekarın oluşturduğu ekipte yer alan 12 kişiden 10’u çalışmadan çekildiğini duyurdu.
2010 yılında da makalenin yayımlandığı dergi, kamuoyuna bir açıklama yaparak, çalışmanın sonuçlarının çarpıtılması ve etik dışı uygulamaların yapılması sebebiyle makaleyi geri çektiğini ifade etti.
Ayrıca yaptığı çalışmalar ve yayımladığı makale ile adeta sansasyon haline gelen Wakefield’in doktor unvanı, 24 Mayıs 2010 tarihindeki bir genelgeyle ciddi mesleki suistimal gerekçesiyle geri alındı.
Toparlamamız gerekirse; insan hayatının her şeyin üzerinde olduğu böylesine önemli bir noktada, belirli çıkarlar güderek gerçek dışı çalışmalar yapmak her şeyden önce vicdana sığmamalı. Çünkü bu asılsız iddialar, binlerce hatta milyonlarca insanı olumsuz etkileyip “aşı karşıtı” olmaya itiyor ve bunun bedeli de cana mal olacak kadar ciddi yerlere gidiyor.